21.11.2020 10:35:18

Vehbi ORAKÇI

SAVAŞTA VE BARIŞTA 
EĞİTİM TEK PAROLA!!!


Hayatımızın her anına ve her sahasına nüfuz eden ve bizi biz yapan temel olgunun eğitim olduğuna dair hemfikir olur ve bunun gereğini idrakten öteye ifa etmeye başlarsak  barışta ve savaşta, dünyanın her haline hazır olabiliriz.

 

Yakın zamanda okuduğum ve derinden etkilendiğim bir kitap ışığında tarihe not düşmek istiyorum.
Keşke o güzelim kitapları başta gençlerimiz olmak üzere hepimiz okusak ve ibret alsak.
Şöyle ki; Japonya'da  kişi başı yılda ortalama 25 kitap okunurken, Türkiye'de ancak 10 yılda '1' yazıyla 'bir' kitap okunmakta malesef...
Daha basit bir anlatımla yurdum insanı günde ortlama 5 saat TV izlerken, yılda yalnızca 6 saat kitap okumaya  ayırıyor.

 

Gelelim yazımızın konusuna;
 
1877-78 yıllarında gerçekleşen ve dramatik kayıplar verdiğimiz Osmanlı-Rus savaşını anlatan Mehmet ARİF'İN "BAŞIMIZA GELENLER" adlı kitabından ve bir nevi canlı savaş anlatımından kesitler sunmak istiyorum. 
Kitap bir nevi koca İmparatorluğun yıkılış sürecine girişinin canlandırması gibi.

 

Yazar, Ahmet Muhtar Paşa'nın yanı başında, tüm yazışmaları yapan, telgrafları ve Babıaileden gelen telgrafları ve şifreli mesajları çözen ve sahaya aktaran ve savaşın her anını kaydeden bir konumda.
Asli işi savaşmak olmayınca gözlem yapma ve bunları tarihi bir vesikaya çevirme imkanını daha rahat bir şekilde bulmuş.

Peki eğitimle savaş arasında nasıl bir korelasyon kurabiliyoruz?

 

Çok basit, daha savaş başlamadan mensubu olduğu ordunun imkan ve zaaflarını okuma, araştırma ve öğrenme zahmetine katlanmayan hariciye ve bürokratik elit mensuplarının kendilerini ve onların ağzına bakan ilgilileri kandırmasıyla zaafiyet başlıyor.
Savaş öncesi şoven duygularla ve hamaset kokan kuru övünmelerle "Rus'ta kimmiş, gününü göstereceğiz" diyen dışı aslan içi kof kabadayı, cahil, cüretli, dünyadaki değişimi idrakten mahrum aklı evvellere  "Yapmayın, etmeyin savaşa silah, bütçe, ve birçok parametreye göre hazır değiliz" diyen makul insanları korkaklık hatta vatan hainliğine varan düzeyde itham ederek ve  yaftalayarak bertaraf ettiler.

 

Yapılan görevlendirmelerde savaş coğrafyasının koşullarını iyi bilen, liyakat ve ehliyet sahibi yetkin insanlar yerine, yaltaklanma ustası, alacağı maaş ve güya elde edeceği ganimete odaklı, eğitimsiz, rütbeleri ve basamakları hızla tırmanmış defolu komutanlar tercih edilmiş malesef. 
Kitaptan bir paragraf;
"Alayın Binbaşılarından Ramazan Adlı bir subay, savaşın en kızgın anında büyükçe bir taşın arkasına saklanmış. Kumandan Paşa askerin ileri yürümesi emrini verince, bizim Ramazan Ağa kafasını yere sokmuş, kıçını çıkarmış, korkusundan boğuk bir sesle "asker ileri ileri!" Komutunu verirken bir kurşun kıçından vurarak yere sermiş. Kurşunların bazen de böyle münasebetli iş gördüğünü Muhtar Paşa'dan işitmiştim,"diyor yazar Mehmet Arif.

 

Ve malesef o büyük savaşta komutanların ancak 30"unun görevinin bilincinde ve hakkını verecek donanımda olduğu acı gerçeğiyle yüzleşiyoruz.
Rüşvetle veya yalakalıkla  basamakları hızla tırmanmış, terfi almış ama gerekli eğitim ve donanımdan mahrum, savaş sanatının inceliklerinden bihaber ve zoru gördüğünde yüreği korkudan param parça olan ve  kaçan komutanların bu zaafından veya yanlış stratejisinden binlerce, on binlerce ana kuzusu gencecik yaşta ruhunu savaş meydanında teslim etti ve Rus ordusu Erzurum'a kadar neredeyse rahat modda yürüyerek vardı. Kadınlar,  çocuklar ve yaşlılar korkuyla ürperdi.


Diğer yandan yine eğitimsiz ve yetersiz maliye yetkililerinin keyfi uygulamaları ve israfı neticesinde borca  batmış koca İmparatorluk cephedeki askerine kışlık kıyafet, hatta iaşe gönderemiyor.
Bu da yetmezmiş gibi bu cahil ve kifayetsiz, muhteris komutanların kıskançlık duygusuna esir düşüp rakip gördüğü gerçek komutanların da bölgesinde savaşı  kaybetmesi için her türlü ihanetten kaçınmamasını nasıl izah edeceğiz?

 

Tek kelimeyle ruhunu, vicdanını yitirmiş, akıldan ve ferasetten uzaklaşmış, eğitimsiz ve karaktersiz bir canlıya dönüşmüşlük diyebiliriz.
Hedef şaşırtmak ve kendi kabahatini ve ihanetini dolambaçlı ve uzun yazışmalarla kamufle etme ve klasik tanımla bürokratik  hantallığın karanlık labirentlerinde izini kaybettirme kurnazlığı...
Kısaca eğitimsiz, ruhsuz ve şuursuz tiplerin insiyatif alması ve köşe başlarını işgal etmesi sonucunda devletin her yanını yozlaşma, iltimas, rüşvet, adam kayırma, tembellik ve çürümüşlük  sarmıştı. Bu dönemi tasvir anlamında sık sık alıntı yaptığım Fuzuli'nin beytinde ifade bulan tanımıyla "Selam verdim rüşvet değil diye almadılar" kepazeliğinin kol gezdiği bu kirli ve puslu iklimde çırpınan az sayıdaki makul ve vicdanlı yöneticinin de büyük oranda kızağa alınması, zindana atılması veya sürgüne gönderilmiş olması makus talihi an be an hızlandırdı ve 6 asır boyunca dünyaya nizamat veren koca imparatorluk gerisin geri küçülmeye devam etti.
Kars, Ardahan ve İğdır bu savaşın namı diğer 93 harbinin sonunda  Rusların işgalinde kaldı.


Erzurum ili, Horasan İlçesi Iğırbığır köyü Osmanlı'nın son köyü ve sınır toprağı oldu.
Büyükdedem Hasan Han bey Alay Reisi ve Komutanı olarak bu köyde ve sınırda Ruslarla namlu namluya vatan toprağını 40 yıla kadar korudu, ta ki seferberlik dediğimiz trajik ikinci kaybımızla yüzleşene kadar. Hayatımızın her anına ve her sahasına nüfuz eden ve bizi biz yapan temel olgunun eğitim olduğuna dair hemfikir olur ve bunun gereğini idrakten öteye ifa etmeye başlarsak  barışta ve savaşta, dünyanın her haline hazır olabiliriz.

 

Yakın zamanda okuduğum ve derinden etkilendiğim bir kitap ışığında tarihe not düşmek istiyorum.
Keşke o güzelim kitapları başta gençlerimiz olmak üzere hepimiz okusak ve ibret alsak.
Şöyle ki; Japonya'da  kişi başı yılda ortalama 25 kitap okunurken, Türkiye'de ancak 10 yılda '1' yazıyla 'bir' kitap okunmakta malesef...
Daha basit bir anlatımla yurdum insanı günde ortlama 5 saat TV izlerken, yılda yalnızca 6 saat kitap okumaya  ayırıyor.

 

Gelelim yazımızın konusuna;
 
1877-78 yıllarında gerçekleşen ve dramatik kayıplar verdiğimiz Osmanlı-Rus savaşını anlatan Mehmet ARİF'İN "BAŞIMIZA GELENLER" adlı kitabından ve bir nevi canlı savaş anlatımından kesitler sunmak istiyorum. 
Kitap bir nevi koca İmparatorluğun yıkılış sürecine girişinin canlandırması gibi.

 

Yazar, Ahmet Muhtar Paşa'nın yanı başında, tüm yazışmaları yapan, telgrafları ve Babıaileden gelen telgrafları ve şifreli mesajları çözen ve sahaya aktaran ve savaşın her anını kaydeden bir konumda.
Asli işi savaşmak olmayınca gözlem yapma ve bunları tarihi bir vesikaya çevirme imkanını daha rahat bir şekilde bulmuş.

 

Peki eğitimle savaş arasında nasıl bir korelasyon kurabiliyoruz?

Çok basit, daha savaş başlamadan mensubu olduğu ordunun imkan ve zaaflarını okuma, araştırma ve öğrenme zahmetine katlanmayan hariciye ve bürokratik elit mensuplarının kendilerini ve onların ağzına bakan ilgilileri kandırmasıyla zaafiyet başlıyor.
Savaş öncesi şoven duygularla ve hamaset kokan kuru övünmelerle "Rus'ta kimmiş, gününü göstereceğiz" diyen dışı aslan içi kof kabadayı, cahil, cüretli, dünyadaki değişimi idrakten mahrum aklı evvellere  "Yapmayın, etmeyin savaşa silah, bütçe, ve birçok parametreye göre hazır değiliz" diyen makul insanları korkaklık hatta vatan hainliğine varan düzeyde itham ederek ve  yaftalayarak bertaraf ettiler.

 

Yapılan görevlendirmelerde savaş coğrafyasının koşullarını iyi bilen, liyakat ve ehliyet sahibi yetkin insanlar yerine, yaltaklanma ustası, alacağı maaş ve güya elde edeceği ganimete odaklı, eğitimsiz, rütbeleri ve basamakları hızla tırmanmış defolu komutanlar tercih edilmiş malesef. 

Kitaptan bir paragraf;
"Alayın Binbaşılarından Ramazan Adlı bir subay, savaşın en kızgın anında büyükçe bir taşın arkasına saklanmış. Kumandan Paşa askerin ileri yürümesi emrini verince, bizim Ramazan Ağa kafasını yere sokmuş, kıçını çıkarmış, korkusundan boğuk bir sesle "asker ileri ileri!" Komutunu verirken bir kurşun kıçından vurarak yere sermiş. Kurşunların bazen de böyle münasebetli iş gördüğünü Muhtar Paşa'dan işitmiştim,"diyor yazar Mehmet Arif.

 

Ve malesef o büyük savaşta komutanların ancak 30"unun görevinin bilincinde ve hakkını verecek donanımda olduğu acı gerçeğiyle yüzleşiyoruz.
Rüşvetle veya yalakalıkla  basamakları hızla tırmanmış, terfi almış ama gerekli eğitim ve donanımdan mahrum, savaş sanatının inceliklerinden bihaber ve zoru gördüğünde yüreği korkudan param parça olan ve  kaçan komutanların bu zaafından veya yanlış stratejisinden binlerce, on binlerce ana kuzusu gencecik yaşta ruhunu savaş meydanında teslim etti ve Rus ordusu Erzurum'a kadar neredeyse rahat modda yürüyerek vardı. Kadınlar,  çocuklar ve yaşlılar korkuyla ürperdi.
Diğer yandan yine eğitimsiz ve yetersiz maliye yetkililerinin keyfi uygulamaları ve israfı neticesinde borca  batmış koca İmparatorluk cephedeki askerine kışlık kıyafet, hatta iaşe gönderemiyor.
Bu da yetmezmiş gibi bu cahil ve kifayetsiz, muhteris komutanların kıskançlık duygusuna esir düşüp rakip gördüğü gerçek komutanların da bölgesinde savaşı  kaybetmesi için her türlü ihanetten kaçınmamasını nasıl izah edeceğiz?

 

Tek kelimeyle ruhunu, vicdanını yitirmiş, akıldan ve ferasetten uzaklaşmış, eğitimsiz ve karaktersiz bir canlıya dönüşmüşlük diyebiliriz.
Hedef şaşırtmak ve kendi kabahatini ve ihanetini dolambaçlı ve uzun yazışmalarla kamufle etme ve klasik tanımla bürokratik  hantallığın karanlık labirentlerinde izini kaybettirme kurnazlığı...
Kısaca eğitimsiz, ruhsuz ve şuursuz tiplerin insiyatif alması ve köşe başlarını işgal etmesi sonucunda devletin her yanını yozlaşma, iltimas, rüşvet, adam kayırma, tembellik ve çürümüşlük  sarmıştı. Bu dönemi tasvir anlamında sık sık alıntı yaptığım Fuzuli'nin beytinde ifade bulan tanımıyla "Selam verdim rüşvet değil diye almadılar" kepazeliğinin kol gezdiği bu kirli ve puslu iklimde çırpınan az sayıdaki makul ve vicdanlı yöneticinin de büyük oranda kızağa alınması, zindana atılması veya sürgüne gönderilmiş olması makus talihi an be an hızlandırdı ve 6 asır boyunca dünyaya nizamat veren koca imparatorluk gerisin geri küçülmeye devam etti.
Kars, Ardahan ve İğdır bu savaşın namı diğer 93 harbinin sonunda  Rusların işgalinde kaldı.
Erzurum ili, Horasan İlçesi Iğırbığır köyü Osmanlı'nın son köyü ve sınır toprağı oldu.
Büyükdedem Hasan Han bey Alay Reisi ve Komutanı olarak bu köyde ve sınırda Ruslarla namlu namluya vatan toprağını 40 yıla kadar korudu, ta ki seferberlik dediğimiz trajik ikinci kaybımızla yüzleşene kadar. 

 

Yazının tam da burasında şu hazin ve ibretlik tarihi vakaya değinmeden geçemeyeceğim. 
Şöyle ki; Memleketim 
Horasan'la Hasankale arasında gerçekleşen muharebede Ruslar gece yarısı bizim ordumuzu gafil avlayıp saldırıya geçiyor, çünkü gözcü birlik disiplinsizce uykuya dalmış.  Bir anda düşmanın topu ve taarruzuyla uyanınca 30 taburluk Ordumuz darma duman olmuş sadece eğitimli, disiplinli emrindeki askere hakim 3 komutan kendi taburunu toparlayıp düzene koyarak düşmana karşı koymuş. 


Kalan 27 Tabur çil yavrusu gibi dağılmış. Halbuki aynı şartlarda aynı saldırıya maruz kalmışlardı ama fark bir kısım komutanın işinin ehli, cesur ve birliğine hakim  olmasıdır. Bu az sayıdaki düzenli tabur Ahmet Muhtar Paşa dahil Ordunun izzetini ve halkın iffetini kurtarmış. Daha da hazini dağılan ve kaçan askerlerin önünü kesip yapmayın, etmeyin, kaçmayın diyerek toparladığı iki bölük askeri cepheye geri götürmek için çırpınan kitabın yazarı Mehmet Arif(komutan değil dikkat) yine atıyla, rütbesiyle kaçmakta olan komutanlardan Redif Binbaşı Gezli Mehmet'ten yardim ister ama aldığı cevap "ben yapamam ya bizim asker beni vurursa" olur. 
Ve daha da trajik olanı cephede yaralanan ve Erzurum'a tedaviye götürülmekte olan Akif Paşa, yazarımız  Mehmet Arif'i görünce seslenir ve der ki "Arif bana tanıdığın sağlam karakterli iki asker ver beni emin şekilde hastahaneye ulaştırsınlar çünkü bizim kaçan askerimizin beni soyacağına ya da darp edeceğine dair şüphelerim var.."

 

Sevgili dostlar askeri, ahlaki, ve fiziki eğitimden geçen sağlam karekterli asker olsa paşası bu korkuyu taşımaz ama malesef ve mateessüf şuursuz, ruhsuz ve  karaktersizleşmiş asker düşmana korku veremez aksine komutanına korku verir. 
Peki yumurta mı tavuktan çıkar, yoksa tavuk mu yumurtadan..? Yani kabahatli o asker mi, onu eğitmeyen komutan mı yoksa?
İkisininde eksik yanı doğru bir eğitim sisteminden geçmemek, adalet, liyakat ve ehliyet esaslı muamele görmemek ve yönetilmemek mi?
Bence sonuncusu ya sizce?

İşte yaşanan her hikayesi acılarla dolu ve cehaletin bilançosunu oldukça ağır hissettiğimiz Seferberlik ve Ruslar'a ikinci büyük kaybımız sırasında ilerleyen yaşında ve savaşın tüm zorlukları içerisinde Horasan- Hasankale hattında vuruşa vuruşa ruhunu teslim eden ve şehit düşen Alay Komutanı dedem Hasan Han Beyi ve tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle yâd ediyorum. 

Bu hazin sürecide başka bir yazıda ele alırız inşaallah sevgili dostlar, sevgiyle ve eğitimle barışık kalın..


Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.